Cape Town’a gitmeden önce beni en çok endişelendiren konulardan biri, güvenlik falan değil, sıcaklık meselesiydi. Gideceğimiz yer güney yarım küre olunca haliyle yaz mevsiminin en civcivli zamanını yaşayan bir şehre gidiyorduk. Her ne kadar sıcak yerlere gitmeyi çok sevsem de aşırı sıcağa dayanamayan biri olarak, gitmeden önce bu sorunuma net bir yanıt alamadım maalesef. O yüzden benim gibi merak edenleri buradan aydınlatmak isterim ki hava limonata. Daha nasıl güzel anlatılır bilmiyorum, dünyada yaşadığım gördüğüm en harika ve ideal hava. Nemsiz bir kere, bana Los Angeles’ı hatırlattı ki Cape Town’u görmeden önce dünyadaki en ideal havanın orası olduğuna inanırdım. Her zaman hafif -okyanus kenarlarında biraz sert- rüzgarlı olduğundan hava çok sıcak da olsa hissettirmiyor. Cape Town’u orada kaldığımız sıra ile üçe bölerek anlatmayı deneyeceğim.
Cape Town
Dağınık bir şehir Cape Town, İstanbul veya Berlin gibi. Görsel olarak okyanusu, büyük palmiye ağaçları, büyük caddeleri ve havası itibariyle ise Los Angeles. İçinde her şeyi olan şehirlerden, okyanusu, dağları, plajları, güzel kafe ve restoranları, hayatımda gördüğüm en muhteşem design dükkanları ve uber’i. Uber konusuna değinmeyi özellikle isterim çünkü orada hayatımızı kurtardı. Gerek hep söylenen güvenlik sorunu gerekse toplu taşımanın yeterince gelişmemiş olması uber’i oldukça önemli kılıyor şehirde. Üstelik fiyatlar taksi’ye göre yer yer yarı yarıya daha ucuz. Cape Town klasik bir Afrika şehrinden ziyade Avrupa ve Amerika şehirlerine benzediğinden çoğu şeyin de oradaki gibi yürüdüğü yanılgısına kapılmamak lazım. Sonuçta Afrika kıtasındasınız ve çok badireler atlatmış hala güvenlik problemini aşamamış bir ülkenin şehir burası. Hala bazı şeyler orta/uzak doğu mantığı ile ilerleyebiliyor. Örneğin taksimetre açtırmazsanız kazıklanıyorsunuz, ya da bir çok dükkanda hala pazarlık yapmanız gerekiyor vs. Ben tüm bunlara gittiğim Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinden alışık olduğumdan rahatsız etmedi, hatta oralara göre çok daha rahat hissettim. Güvenlikle ilgili ise hiçbir problem yaşamadık ama bindiğimiz Uber şöförlerinden biriyle muhabbet ederken, kendisinin doğma büyüme Cape Town’lu olmasına rağmen asla tren ve otobüs kullanmadığını söyledi. Biz de çoğu zaman turistik ve güvenli bölgelerde takıldığımızdan, Uber dışında bir taşıt kullanmadığımızdan, gece fazla dışarıda bulunmadığımızdan dolayı belki de bir güvenlik sorunu yaşamadık.
Biz Cape Town’un City Bowl bölgesinde Kloof Lodge adlı çok sevimli ve konforlu bir yerde kaldık. En güzel cafe ve restoranlara, Long Street gibi şehrin en popüler caddelerine ve Bo-Kaap bölgesine yürüme mesafesindeydik. Şehrin bir çok bölgesini gördükten sonra olabilecek en güzel bölgelerden birinde kalmışız diyebilirim.
Dört Dörtlük Bir Gezi
…Sabahları Molten Toffee’deki o güzel kahvaltılarımızı ve chai latte’lerimizi hiç unutamıyorum. Ayrıca biz Muzi’ye civardaki o gözümüzü döndüren butik dükkanları ve bio marketleri deli gibi gezdikten sonra Hakan ve Erkan’la yemek için buluşmalarımızı, Kirstenbosch botanik bahçesinde hep beraber geçirdiğimiz çimlere yaymalı o güzel pazar gününü, Masa dağı’na çıkıp şarabımızı içerken büyülendiğimiz gün batımını ve Hakan’la fotoğraf çekilirken uçurumdan düşme korkusu yaşadığımız o güzel akşamüstüsünü de unutamıyorum ve Kloof Lodge’da kalırken, o ılık akşamlarda dondurma ve kahve için dışarı kaçışlarımızı da mesela… Bunlar şehre dair unutamadıklarım, elbette doğaya dair de unutamadığım çok an var. Cape point’e giderken gördüğümüz manzaralar, Cape Point’in uçsuz bucaksızlığı, Muzi’yle Simon’s Town’a giderken Chapman’s Peak’te durduğumuz o efsanevi güzellikteki yer, Okyanusun kenarında ılık ılık oturuken yanımıza gelen penguenler, Hout Bay’deki foklar… Yine Muzi’yle Simon’s Town’da okyanusun kıyısında içtiğimiz kokteyller, Muizenberg’de rüzgardan uçuşumuz, hep beraber Simon’s Town’da yediğimiz fish and chips, deniz ürünleri ve şaraptan oluşan öğlen yemeğimiz… Fıtı fıtı gezdiğimiz şarap bağlarında gördüğümüz manzaralar karşısında kendimizden geçişimiz… Clifton Beach’de bütün gün okyanus kıyısında güneşlenip akşam barda içtiğimiz kokteyller (bu kadar kokteyl içtiğimi fark etmemiştim :-)… Erkan’a bir türlü filtre kahve bulamamamız dışında bence her şey dört dörtlüktü.
Simon’s Town
Cape Town’a gelmeden önce mutlaka okyanus kıyısında bir kaç gün geçirmek istiyorduk Muzi’yle. Simon’s mı olsun Muizenberg mi derken Simon’s Town’da çok şirin bir guesthouse bulunca kararımızı verdik, hem de penguenlere çok yakın olacaktık günlerce ve penguenlerle güneşlenecektik. Hayallerimiz gerçek de oldu! Okyanusa da doyduk, penguenlere de. Simon’s Town ile Muizenberg arası çok uzak olmadığından, hem orayı hem arada kalan St. James ve Kalk Bay’e de uğradık. Muizenberg o küçük renkli klübelerin olduğu yer. Denize falan girmek mümkün değil. Bizim gittiğimiz gün, rüzgar kelimesinin tanımını değiştiren bir rüzgar vardı, o yüzden pek keyif alamadık. Hemen oradan ayrılıp Kalk Bay’e geçtik. İyi ki de geçmişiz, çok şirin onlarca dükkan ve cafe’nin olduğu tatlış bir yermiş. Vaktiniz yoksa St. James’i atlayıp sadece Kalk Bay’de takılın derim. Bu arada Cape Town’da bir çok yerde dükkanlar akşamüstü 5-6 civarı kapanıyor.
Stellenbosch
Bazen çok güzel bir yere gittiğimde orada yaşayanların bu güzelliği sıradanlaştırdığını mı yoksa farkında mı olduklarını hep merak ederim, ve genelde yerellere bunu sorarım. Stellenbosch’ta uber’imizle giderken şöför birden nereli olduğumuzu sordu. İki yanı ağaçlarla süslü tek katlı beyaz güzel evlerin olduğu ve bize kuş cıvıltılarının eşlik ettiği bir caddeden geçerken bir anda ‘sizin yaşadığınız yer de bu kadar güzel mi’ diye ekleyiverdi. Gerçekten Stellenbosch’ta o anda aklımdan geçen şey tam da buydu: yaşamak için ne kadar güzel bir yer, acaba burada yaşayanlar bunun kıymetini biliyorlar mı? biliyorlarmış…
Stellenbosch’ta onlarca ya da belki de yüzlerce şarap bağı ve şarap evi var. Buralarda ister konaklıyor ister sadece piknik yapmak ya da şarap içmek için günübirlik ziyaret edebiliyorsunuz. Biz Delaire Graff Estate, Postcard Cafe, Lanzerac Wine Estate ve Warwick’i ziyaret edebildik. Delaire Graff açık ara en güzeliydi, Postcard Cafe’ye ise kahvaltı için gittik ve gerçekten kartpostal güzelliğinde bir yerdi. Lanzerac’ı asla tavsiye etmem. Bir daha Cape Town’a gitsem Stellenbosch’a 3 değil 5 gün ayırır gezebildiğim kadar ‘winery’ gezerdim.
Son olarak, Cape Town aklımda hep çok ama çok keyifli bir grup arkadaşımın her şeyi olduğundan daha da keyifli hale getirdiği, içinde cafe’si, restoranı, butiği gibi şehre ait unsurlarına ek, okyanusu, dağları, botanik bahçeleri ve hayvanlarıyla doğaya da doymamızı sağlayan bir şehir olarak kalacak. Elbette yekpare bir kıta değil her yeri ama ben Afrika’nın şu ana gördüğüm her bir köşesini çok sevdim, her gittiğimde kırmızı toprağı, güzel kalpli insanları, meyveleri, yemekleri, kahvesi, hayvanları, olağanüstü zengin bitki örtüsü ve nemsiz kuru havasıyla bu kıtaya bir kez daha aşık oldum. Her yıl bir defa Afrika’ya gitmek hatta bir müddet yaşamak olsun dileğim bu yazıyı sonlandırırken.
Daha fazla foto için: https://www.instagram.com/vildan_oranci/