Bir tragedyanın içinde bir kadın çığlığıdır yükselen. Ağıt ki, şiirin anasıdır, önce ağıdını yakmalı ki gidenin ardından, yeniden yaşayabilecek, yeni bir hayat inşa edebilecek gücü bulabilsin insan. “Yeryüzündeki bütün dilleri konuşan bir adam konuşamıyormuş kendiyle” demişti Sevgi Soysal. Sözcükler dünyayı değiştirebilir. İnsan kendi sözcüklerini yitirince, kendi kavramlarını mazgaldan aşağı atıp, kendi tutkularının yerine edinilmiş olanları yerleştirince değiştiremez kendi çapı dahilindeki dünyasını bile. Ancak kendi dilinde haykırabilir insan kendi acısını, kendi sözcükleriyle. Öyleyse dinle, yakılan senin ağıdındır.
Kendimi Çanakkale cephesinde bir Anzak askeri gibi hissediyorum. Bunaltıcı düşlerden uyandığımda bir sabah, kendimi bir Anzak askerine dönüşmüş buldum. Bizim olmayan bir savaşta, bir büyük düşe inanan naif çocuklardık, en kanlı cepheye sürülmüştük. Büyük ağabeyler ve ablalar yukarıdan bir yerden izliyorlardı ve belli ki çok eğleniyorlardı. Müsamere çocuğu telaşıyla yaptıkları açıklamalardan böyle anlaşılıyordu. Hepsi makamını koltuğunu korumuş ve iddiasını devam ettirmişti, biz o arada ölmüştük, yaralanmıştık ne gam. Biz, parti emekçisiydik, onlar dev “parti büyükleri”, yüksek muhalefet. Ne acı ki, “Onlar bizim topraklarımızda öldükten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyecek bir Mustafa Kemal de yoktu. Öldüğümüzle kalmıştık. Senede bir bizi anacak torunlarımız da yoktu, belki yıldönümlerinde marketlerde kasa yanında satılan bir bisküvinin üzerine yazarlardı adımızı. “Kim demişti ki bize, buralara gelelim diye”. Devir, bir gün sade suya tirit buğday çorbası yedikleri için kendilerini Çanakkale’nin mirasçısı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin devamı, Kuvva-i Milliye ruhunun taşıyıcıları olarak görenlerin devriydi, devirleri daim olsun diye her birinin elinde bir aşure kazanı kepçesi, beş bana bir sana hesabıyla dağıtım yapan, bir sonraki ön seçim için köy derneklerinden oy devşirmekten başka gayesi olmayan siyaset ve siyaset esnafı düğün ve cenaze arasında koşuşturuyordu ki, aman illa ki herkese “dokunsun”. “Bize de gelişi bu be ablacığım!” Ağzı süt kokan çocuklar, ağabeylerinden ve ablalarından öğrendikleriyle beş çocuk annesi emzikli kadın bilgiçliğiyle geziyorlardı siyaset arenalarında. Her birinin elinde bilmem kaç liralık telefonlar, dillerinde milyon dolarlar. Marquez’in dediği gibi, “Hiçbir şey bir insan enkazından daha korkunç değil”di. İnsanlığın en düşük halleri kol geziyordu kurultay salonlarında, köy derneği toplantılarında. Cephede en ön safta salon subayları, çarpışacak kuvvet başka bir yere sürülmüş, cepheye ulaşamıyor asker. Cicili bicili üniformaları toz olmasın diye salon subayları sürekli geri çekiliyorlar. Her an bir cephe daha kaybediyoruz. Hakim tepeler düşüyor birer birer. Hiç gadre uğramamış, hep el üstünde tutulmuş muhalif ağabeyler ve dahi ablalar biat etmediğimizden bizi meczup diye yaftalamakta düşmandan daha mahir. Yani ki, ne insanlar seçtik, zaten yoktular.
Öyleyse dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir!
Karagül koyunları giriyor rüyalarıma şu sıralar, hani doğumlarına onbeş gün kala anne karnından sezaryenle alınıp, derileri yüzülen, sonra cici insanların sırtında astragan kürkü haline gelen karagül koyunları. İdeallerimizin, hayallerimizin, hayatlarımızın derisi yüzülüyor son zamanlarda, ağabeylerin ablaların üzerinde hep bir astragan kürkü. Ağabeyler ve ablalar, birer ergen popçu gibi polemikle besleniyorlar, bizler tanesi bilmem kaç liralık domatesle. Hepsi birer süslü meta gibi arz-ı endam etmekte kendi vitrinlerinde, bir kasap vitrini gibi plastik çiçekler ve et kombinasyonu görmekten yorgun düşüyoruz. “Aman ağzımızın tadı bozulmasın” derken küçük burjuva, yediği hiçbir şeyin tadı tuzu kalmıyor.
Okunan her sela, insana yaşadığını hissettirir. Kurucu partinin yönetici eliti, kendi kurdukları devletin selasını da o huşuyla dinliyor. Dinlerken kendini kaybettiğinden selanın son bölümünü kaçırıyor. Anlamıyor ki, bu okunan onun selasıdır. Bilmiyor ki, düzene uymak pahasına koltuklarından vazgeçemeyenler, düzenin koltuk ambarlarında buluşurlar. Koltuk ambarları ismiyle müsemma değildir. Hurda koltuklar saklanmaz orada. El atında ilk kullanılacak malzeme stoklanır bu ambarlarda ve yangında ilk kurtarılacak olanlar hiçbir zaman onlar değildir. Av kendisi olmayınca, yırtıcı kuşun uçuşunu, kanatlarının arasındaki mesafeyi estetize ediyor yüksek muhalefet, belli ki o yüksek dağın ardında pay ediyor o avı o dev kuşla. Kendi hikayesini unutup, intihalle durmaksızın deneme yazıyor. Hikaye için bir kahraman gerekiyor. Bir olay örgüsü filan lazım. Oysa YCHP “laf çakma” üzerinden siyaset yapıyor. Pinpon topunun kendi önüne gelmesini bekleyen bir makine gibi davranıyor. Her Salı günü tek görevi onu tekrar karşıya atmak. Siyasi rakip değil, oyun arkadaşı gibi kardeş kardeş geçinip gidiyor seçilmişler. Öyle alışılmış ki bu “sen, ben, bizim oğlan” ve “el-ense” muhabbetine, itiraz eden herhangi bir ses çıktığında sesin sahibi hemen partinin küskünü olarak adlandırılıyor. “Kankamız” olmadıklarından kendilerine küsmüyoruz oysa, mücadele edilecekler listesinin en başına yazıyoruz.
Felsefi derinlik aranırken, genel merkez civarındaki sığ sulara balıklama atlamak yasaklanıyor. Kısmi felç yaratabileceğinden uzak duruyor parti emekçisi o sığ sulardan. Yüksek muhalefet müsamerede kullanmak için sağ dili öğrenmeye karar veriyor, onlar dilini bulana kadar orta zekalı bir insan 3-4 dil öğreniyor 16 yılda. Tabanın dilini derdini anlatacak kadar dahi bilmeyenler pazarlık konusu oluyorlar her ittifak görüşmesinde. Sağdan aday bulma çabası, partinin öz evlatlarının umutlarını bir sonraki Pazartesi başlanacak bir rejim programı gibi durmaksızın bir başka bahara erteliyor. Kendi ikballeri için vasatlığa, sığlığa, cahilliğe eyvallah edenler, sıfatı ve iddiası olan herkes, sorumlu olduğunu inkara devamla yetkilerini sonuna kadar kullanıyor. Yetki ve sorumluluk denklemi, diğer eşitliklerle birlikte arşive kaldırılıyor.
Bir uzun caddedir İdadiden o balkona giden yol Manastır’da. Bir kez görmüştür Mustafa Kemal’i, Eleni Karinte. Çok sonra yazdığı mektupta kendini “balkondaki kız” diye tanımlar ve onu hiç unutamadığını anlatır sevdiğine. Her seçim gecesi Söğütözü’ndeki konforlu makamlarından seslenerek “sandıkları terk etmeyin” derken büyük ağabeyler, bir büyük balkonda yapılacak konuşmanın hazırlıkları tamamlanmıştır çoktan. Söğütözü’ndeki yönetici elitin ümitsizliği bir meyhane masasında hemen yitip gitmektedir ve gece marşlarla kapatılmaktadır. Oysa görkemli bir ümitsizlik gerekir bize, o görkemli ümitsizliktir bizi karanlıktan aydınlığa çıkaracak olan. Balkondaki kızın bizi affetmesi için şimdi o koca kitapları raftan indirip, Resneli Niyazi ciddiyetiyle, o koca ümitsizliğimizle yeniden okumalı. Resne’nin elmalarının kokusunu duymalı genzimizde. Mademki ardında gözyaşı bırakmıştır, bu mücadelenin başarısız olma lüksü yoktur. Demem o ki, o marşları size rakı sofralarında söyletmeyeceğiz. Manastır’ın ortasında var bir balkon, canım balkon. Affet bizi Eleni Karinte!