‘’Hiç bitmeyen galaktik bir savaşın karşıt taraflarında duran iki asker aşık olup tehlikeli ve eski bir dünyaya kırılgan, yeni bir yaşam getirmek için her şeylerini riske atıyorlar.’’
Saga, konusu içerisinde ele aldığı toplumsal meselelerle adeta devrimci bir destanı günümüz küresel konjonktürüne uyarlıyor. Ödüllü yazar Brian K. Vaughan ve çizer Fiona Staples tarafından yaratılan çizgi roman; büyük devlet aktörlerinin yürüttüğü savaş politikalarının ırak coğrafyalarla olan kolonyal sömürü ilişkisini, Batı modernitesinin ‘geleneksel’ olanı uygarlaştırma misyonu ile meşrulaştırdığı tahakküm mekanizmalarını, ötekileştirme/yaftalama üzerinden oluşturulan homojen ulus kimlik kurgularını, yerinden etmeyi, ırkçılığı, egemen ideolojinin makbul vatandaş tasvirinin karşısında ‘hain’ ilan edilen azınlıkları ve sosyal adalet temasıyla ilişkili daha birçok mevzuyu hikayesinin içine yedirerek, günümüz dünyasının iktidar oyunlarını okuyucunun gözleri önüne seriyor.
Hikaye, İlktoprak (Gezegen) ve Çelenk (Ay) adlı iki gezegen arasında ezelden ebede süregelmiş bir savaşın ortasında önceden orduya mensup olan, fakat daha sonra birbirine aşık olup silahlanmaya ve savaşa karşı vicdani ret ederek kaçmayı seçmiş Marko ve Alana’nın, bebeklerine huzur ve barış dolu bir gelecek bırakabilmek için verdiği mücadeleyi anlatıyor.
İki devlet de Marko ve Alana’yı, vatandaşı toplumun değerlerini bozacak eylemlere teşvik ettikleri gerekçesiyle hain ilan ediyor, çeşitli gezegenler kaçakların yakalanması için işbirliğine zorlanıyor, resmi orduların yanı sıra, peşlerine ‘serbest çalışan’ adlı bağımsız kiralık katiller takılıyor, uzay boşluğunun dört bir yanına bu ‘vatan hainlerinin’ yakalanması ve yetkililere teslim edilmesi için haber salınıyor. Böylelikle ayın yerlisi boynuzlu Marko ile, gezegen kanatlısı Alana’nın kaçış serüveni başlıyor.
Öncelikle bu iki gezegen birbirinin uydusu olduğundan, birinin yok olması diğerini yörüngeden çıkarabiliyor, bu sebeple savaş yabancı topraklara taşınıyor. Savaş aslında iki taraf içinde bir tür ekonomi yaratıyor, hem de ‘ötekinin sürekli tehditi’ altında iç politikada yükseltilen güvenlik söylemi üzerinden otoriter bir ulus-devlet düzeni kuruluyor; nükleer harcamalar, silah endüstrisi, gözetim toplumu; ayrıca savaşın başka topraklara taşınmasıyla birlikte yerinden edilmiş olan yerel halklar büyük bir göç dalgası başlatıyorlar; diğer tarafta açlık, sefalet, ölüm kol geziyor.
Gezegen’in Kralı kaçakların bir an önce yakalanması için koalisyon güçlerinin başına prens Robot IV’ü atıyor. Son teknoloji zırhlar ve silahlarla donanmış bu robot güruhu karşılarına koca boynuzlarla, bellerine kadar uzanan sakallarıyla, yırtık pırtık kıyafetleri ve en önemlisi büyülü sözcükleri ve asalarıyla başkaldıran Ay askerleriyle her fırsatta yüz yüze geliyor. Tam bu noktada roman geleneksel ve modernin çatışkısını okuyucuya aktarmaya çalışıyor; Batı’nın ahlaki değerlerinin kolonyalizmle beraber ‘muasır medeniyetler’ seviyesine ulaşmak için uyulması gereken evrensel normlar haline dönüştürülmesiyle birlikte, farklı kültürlerin nasıl ‘geri kalmışlıkla’ eşleştirildiğinin ve müdahaleye açık hale getirildiğinin hikayesi anlatılıyor burada. Demek istediğime, çizgi romandan yapacağım bir alıntıyla açıklık getirmek istiyorum:
Prens Robot IV, bir savaş esirini sorguya çekiyor ve ondan Alana hakkında bilgi vermesini istiyor.
Prens Robot IV: ‘’Bu kadın hakkında ne hatırlıyorsun?
Boynuzlu, prensin suratına tükürüyor.
Prens Robot IV: Bunun, siz barbarların kendi savaş esirlerinize asla sağlayamadığınız hümanist muameleyi, onun size göstermiş olduğu anlamına geldiğini varsayıyorum.
Enteresan çünkü bu emperyalist devletlerin herhangi bir bölgeyi işgale meşruiyet zemini oluşturmak için kullandıkları stratejilerle birebir benzerlik gösteriyor; geri kalmışlıkla, gelişememişlikle, medeniyetten nasibini alamamış olmakla yaftalanan toplumları ve coğrafyaları ‘ileriye’ götürmek nasılsa hümanist değerlerini ‘barbarlara’ bahşetmeye can atan beyaz adamın yükü haline geliyor. Fakat hepimiz biliyoruz ki ‘demokrasinin’ üzerine düştüğü Afganistan’ın yıllık gelirinin on katı tutarındaki B-52 bombalarıyla geldiği de oluyor.
İşte Marko ve Alana da, böyle zehir zemberek bir dünyanın çirkin gerçekliğinden kaçabilmek için daha önce kendilerini aldatmış bir muhbirin ellerine sıkıştırdığı rotası belli belirsiz, elle çizilmiş bir haritanın peşi sıra ‘Roket Ormanı’nına doğru yollara düşüyor. Bir diğer deyişle, güven duygusunun tümüyle kaybolduğu bir anda dahi, özgürlüğe dair duydukları umudun peşinden gitme cesaretini gösteriyorlar.
Gel gelelim daha önce kimsenin geçemediği bu orman hakkında tüm galakside, dehşetler adı verilen yaratıkların varlığına dair bir mitos dönüp dolaşıyor. Devletler vatandaşlarının güvenliği için bu bölgeye girişi katiyen yasaklıyor; ekranlar mütemadiyen buna teşebbüs edenlerin hazin sonlarını yayınlayıp duruyorlar. Çiftimiz ormanda dehşetlerle karşılaşıyor, her tarafı yara bere içindeki bu hayaletler etraflarını sarıyor, korkudan ne yapacağını şaşıran Marko ve Alana onlara ne istediklerini soruyorlar, aldıkları cevap: ‘sadece yardım etmek istiyoruz.’ oluyor. ‘Hayır siz dehşetlersiniz!’ diyerek karşılık veren Alana’ya dönen hayaletin söyledikleri ise bizim de sürekli kaçmaya çalıştığımız bir gerçekliği yüzümüze tokat gibi vuruyor:
‘’Sizler gerçekten yerel halkı böyle mi adlandırıyorsunuz? Bu sence de biraz ırkçı değil mi? Biz yerli halk, öldükten sonra yaşamaya devam ederiz. Ama açıkçası bu berbat bir evrimsel plan çünkü sizin iki ordunuz halkımızı haritadan silmekte hiç zorluk çekmedi.’’
Mitoslar önyargıların oluşmasında büyük rol oynarlar, bunlar kimi zaman ‘atalarımız’ ile başlayan cümlelerin geçmişle bugün arasında kurduğu bir köprü göreviyle belirli bir grubun övünç kaynağı olarak, kimi zaman da bu örnekteki gibi bir öteki üzerinde yaratılan tehdit kurgularıyla ortak düşmanı oluşturarak grubun kimliğini konsolide ederler.
Peki o halde soruyorum sizlere, kimdir, nedir hayalet? Yersiz yurtsuzdur. Gecenin karanlığında hiç kimsenin görmediğidir, göçmendir işte. Hakim kimliğin korku unsurlarıyla etrafını sardığı, ahlaki olarak değersizleştirdiği, istediği şekliyle etiketlediği, bir başkasının yazdığı hikayenin figüranıdır, tu kakadır hayalet.
Sonuç olarak Saga, değindiği bütün bu meselelerle okuyucusuna basit bir kurgu olmanın ötesinde başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor. Bir yandan katliamların, sömürünün ve eşitsizliğin üzerine kurulu bir düzenin neden olduğu acıları gözümüze sokarken, diğer bir taraftan insanlığa dair hala bir umudun var olabileceğini söylüyor bizlere.
Anneler babalar; siz siz olun, asla çizgilerin gücünü hafife almayın. Körü körüne bir fikrin savunuculuğunu yaparken, Fransız filozof Michel Foucault’nun şu sözlerinin içinizde bir yerlerde yankılanması dileğiyle:
‘İktidar doğuştan var olduğunu düşündüğümüz kimliklerimizi bastırarak değil, bizleri bu kimliklerin öznesi konumuna geçmek suretiyle sınırlar.’