Bu yazıda, daha önceki incelemelerde gerek görsel efektleri (zaman/mekan bükme), gerek büyü teması nedeniyle Harry Potter, Inception, Star Wars gibi filmler ile anılmış olan, Marvel’ın en iyi filmlerinden olduğunu düşündüğüm Dr. Strange’in düşünce tarihi üzerinden bir okumasını yapmaya çalışacağım. Zira, filmin; görsel, teknik ve oyunculuk performansı yeterliğinin haricinde, üzerinden uzunca zamandır fikir tartışmalarının yürütüldüğü birçok kategori meselesine temas ettiğini düşünüyorum. Hem ikincisi gelmeden ilk filmi şöyle bir hatırlamış oluruz!
Hikayeyi genel hatlarıyla kısaca özetlemek gerekirse:
Karakterimiz; kibirli, zengin, yakışıklı ve oldukça başarılı bir beyin (sinir) cerrahı olarak tasvir edilmiş olan Stephen Strange. (Bana bazı yönleriyle Dr. House karakterini hatırlattığını söylemeliyim). Derken ani bir kaza geçirerek hasar gören sinir sistemi sebebiyle cerrahlık hünerlerinin yegane gerekliliği olan ellerini kullanma yetisini kaybediyor. Böylece, kimliğini üzerinden inşa etmiş olduğu mesleğini kaybetmesiyle hayata isyanları ve ardından şifa arama serüveni başlıyor. Daha önce felç geçirmiş ve mistik güçler sayesinde iyileşmiş olduğunu iddia eden bir adamın söyledikleri üzerine Nepal’de bulunan Kamar-Taj’a doğru yola çıkıyor ve burada bilge kişi Ancient One ile tanışıyor. Bu sahnede Ancient One ile girdiği ruh/madde tartışması üzerinden başlayan ve ilerleyen diyalogları, yazının genelinde anlatmaya çalışacağım çerçeve bağlamında önemli olduğu için aktarmak istiyorum.
(Ufak bir not: Son dönemlerde Marvel’ın, filmlerinde çeşitli bağlamlarda sergilemeye başladığı politik doğrucu tutumunu göz önünde bulundurursak Ancient One karakterinin kadın oluşunu tesadüfi bulmak pek mümkün değil. Nitekim Strange’in kutsal tapınaktaki odaya ilk girdiğinde Ancient One olduğunu düşünerek bir erkekle konuşmaya başladığı esnada bilge kadının ona cevap vererek onu şaşırttığı sahne cinsiyet stereotiplerine bir gönderme tadında olmuş.)
Aradığı soruya Ancient One’dan ‘’bilimsel’’ cevaplar bekleyen fakat bunun yerine ‘mistik’ ve geçersiz bulduğu cümleler duymaya başlayan Strange abimiz sinirlenip alay etmeye başlıyor.
Strange– ‘’Çakra, enerji ve inancın gücü gibi peri masallarına inanmıyorum. Ruh diye bir şey yoktur, bizler maddeden yaratılmışızdır, başka bir şey değil! ‘’
Ancient One konuşarak Strange’i ikna edemediğini anlayınca alaycı doktorumuzun astral bedenini fiziki bedeninin dışına çıkarıyor, boyutlar arası renkli bir maceraya çıkmış olan Strange’e sakince anlatıyor:
Ancient One– ‘’Her şeyin bu fiziksel evrenden ibaret olduğunu mu sanıyorsunuz? Gerçek olan nedir? Mantığınızın ötesinde yatan gizemler nelerdir? Var oluşun temelinde ruh ve madde bir araya gelmektedir. Düşünceler gerçekliği şekillendirir. Bu evren sonsuz sayıdaki evrenlerden bir tanesi sadece. Bu çoklu evrenin enginliğinde siz kimsiniz bay Strange? ‘’
Gördüklerinden sonra fiziki boyuta döndüğünde titreyerek ve hayranlıkla ‘’Öğret bana.’’ diyebiliyor Strange yalnızca. Bundan sonrası bildiğimiz Marvel akışı; görsel efekt şöleni, mizah ve aksiyon. (Filmi izlememiş olan varsa spoiler vermeye gerek yok.) Benim asıl ilgilendiğim, diyalogta da geçtiği şekliyle, bu iki zıt dünyanın (‘bilim’ ve ‘büyü’) birbirine ne zamandan itibaren ve nasıl zıt ilan edildiği üzerine düşünmeye çalışmak.
Dr. Strange, Steve Ditko tarafından 1963’te tasarlanmış bir kurgusal karakter. 60’ların karşı-kültür destekçileri arasında oldukça popüler olmuş ve daha çok ‘kara büyü’ teması etrafında çizilmiş. Bu sebeple film çıkacağı zaman hayranların merak ettiği sorulardan biri ‘’Dr. Strange’de de Thor filmlerinde olduğu gibi büyü ‘gelişmiş teknoloji’ söylemi etrafında mı işlenecek?’’ olmuş. (Hatırlarsanız bütün mitolojik arkaplanına karşın Thor’un sahip olduğu mistik yetenekler, teknolojide henüz yeteri kadar ilerleyememiş olan insanlığın bunu büyü olarak görmesi şeklinde argümanlaştırılıyordu.) Comic-Con’da bu soru filmin direktörü Scott Derrickson’a yöneltildiğinde, ‘’bu filmde büyü büyü olarak görünecek, bilimsel olarak açıklanmaya çalışılmayacak’’ cevabını vermiş. Fakat bir izleyici olarak ve filme dair inceleme yazılarının çoğunun da hemfikir olduğu kadarıyla bunun filmde o kadar da net bir tezahürünün olmadığını, daha muğlak bir işlenişten bahsedildiğini söyleyebiliriz. Nitekim film çekilirken fizik profesörü Adam Frank filmin bilimsel danışmanlığını yapmış ve bir röportajında Marvel’ın doğa yasalarına bağlı kalarak gerçekçilik ve hayal gücünü olabildiğince buluşturma isteğinden, bu sebeple birçok filmde prodüksiyon sırasında danışman olarak bilimsel uzmanlardan yardım aldığından bahsetmiş. Bu Dr. Strange filmi özelinde daha da hassas bir hal almış hâliyle; büyüyü büyü kavramsal çerçevesi içerisinde bırakırken fizik yasaları perspektifinden de sınıfta kalmamak!
‘’İzleyici Strange ile aynı pozisyona sokuluyor aslında,’’ diyor Frank ‘’..ampirik hayatı terk edip bildiği hiçbir şeyin artık uygulanabilir olmadığı bir dünyaya adım atmak durumunda kalıyor.’’
Peki ne zaman ampirik olanın ne olduğuna karar vermişti ve ona doğru adım atmıştı insanlık? Aydınlanma ve modernite, uzun zamandır çok fazla disiplinin ortak merceğindeler biliyoruz ki. Aydınlanma çağı dediğimizde (Enlightenment), daha evvelinde düşünsel olarak temelleri atılmış ama özellikle Rönesans ile kendini gerçekleştirmeye başlamış olduğu için 18. yüzyılı işaret ediyoruz; dinsel dogmaların karşısına akılcılığı, bilimi, ampirizmi ve ilerlemeciliği koyarak insanı özgürleştirmeyi hedeflemiş felsefeden bahsediyoruz. Birçok ilkesi içerisinde bu yazı bağlamında en çok ‘metafiziğin reddi’ne gönderme yapıyor olacağım aslında çünkü ‘akıl dışı’ olanın bir çizgi ile dışarıda bırakıldığı ilke olarak görebiliriz kendisini. Evet aydınlanma ve modernizasyon süreçlerinde mistisizmin itibarsızlaşmasına tanıklık ettik ama onu gerçekten yok edebildik mi?
Adorno ve Horkheimer gibi Frankfurt okulu düşünürleri aydınlanma çağının karanlık taraflarını kritik ettiler; aydınlanmanın diyalektiğinde, aydınlanmanın temel hedefinin bilinmezliği nedeniyle tehdit edici olan doğaya hükmetmek olduğu öne sürüldü (ve totaliter rejimler getirmesi sorunsallaştırıldı). Sosyoloji, felsefe ve antropoloji alanındaki çalışmalarıyla tanınan Fransız düşünür Bruno Latour ise ‘’Biz zaten hiç modern olmadık.’’ diyerek başka bir boyut getirdi modernizm/postmodernizm tartışmalarına. Latour bilim ve felsefenin birbirinden çok ayrılmadığı bir dönemden bahsetti (Hobbes ve Boyle üzerinden). Bugün bilimin objektif bir kategori politikanın ise sübjektif bir kategori olarak ele alınmasının ve ayrık konumlandırılıyor olmasının altını oyacak örnekler verdi: küresel ısınma; politika, bilim ve birçok başka kategorinin iç içe geçtiği bir alandı mesela. Bu ayrım esasında hiç yaşanmadı, bir illüzyondu ve modernite bir ayrım icat ederek bu ikisi arasında (bilim ve politika) kurulan ağların gücünü görmezden gelmiş oldu Latour için.
Benzer şekilde Jason Josephson Storm da antropolojik bir yaklaşım ile modernitenin mitleri ortadan kaldırmasından ziyade kendisinin bir mit olduğunu göstermeye çalıştı, moderniteyle birlikte batıl inançlar ve mistisizim yok olmadı; ‘büyü, hala her yerde aslında’. Yalnızca bazen form ve isim değiştirmiş olarak. Türkiye bağlamında düşündüğümüzde de başlık olarak ‘’kültürel alan’’ın altına itilmiş bir dizi batıl inanç pratiğiyle karşılaşıyoruz hala: nazara inanma, cin çıkarma, fal baktırma. Bunu yalnızca Türk kültürünün dinle olan ilişkisi üzerinden okuyarak moderniteyi Avrupa dışı bağlamlarda başarısız ilan etmek de büyük bir yanılsama olur, kafamızı diğer yerlere çevirdiğimizde de pek farklı pratikler görmüyoruz zira.
Benim de iddiam odur ki, Marvel filmleri bütün bu bağlama oturuyor efenim; bilhassa da büyü ve bilim arasındaki sınırları muğlaklaştıran, bir doktoru alıp büyücüye dönüştüren ama iki alanı tamamıyla birbirinden ayırmayan, birinden birini inkar etmekten ziyade birini diğeri üzerinden okunabilir hale getiren ‘Dr. Strange’.
İkinci filmi merakla bekliyoruz!
KAYNAKLAR:
https://www.inverse.com/article/21937-doctor-strange-consultant-adam-frank
Josephsen-Storm, Jason. 2017. ‘’The Myth of Disenchantment: Magic, Modernity, and the Birth of the Human Sciences’’. University of Chicago Press.
Latour, Bruno. 1993. ‘’We Have Never Been Modern’’. Harvard University Press.