Avrupa Birliği yıkılıyor mu?
Salgın döneminde Avrupa Birliği hakkında olumlu ya da olumsuz yaklaşıma sahip bir çok kişi, Fransa’da bu konuyu tartıştı. Nato için “beyin ölümü gerçekleşti” diyen Macron, AB için de benzer bir yaklaşımda bulundu. Macron ki, Merkel ile birlikte, “fazla işbirlikçi” bulunan, “Alman reçetelerinin” destekçisi olarak anılan Fransız Cumhurbaşkanı. 2008 global ekonomik krizinde, Macron görevde değildi elbette ama Portekiz, kemer sıkma yanlısı Merkel ve ekibinin politikalarına, bir süre sonra karşı gelip, kendi ekonomik politikalarını uygulamışlardı. Elbette Portekiz nispeten başarılı bir sınav verdi ve elbette eğer Macron’un görev süresi içinde bu kriz gerçekleşmiş olsaydı, istikrarlı tutumu gereği Portekiz’e karşı, o bilinen çıkışlarını yapardı. Tıpkı Sarkozy Portekiz’e, “gücün kadar konuş” anlamına gelecek sözler sarfetmiş olduğu gibi ya da yine kriz döneminde, Alman Ekonomi Bakanı’nın, Yunanistan’a “biz büyük kardeşimizi dinlerdik evde” gibi bir söz sarfetmesi gibi.
Yıllar önce, nispeten popüler bir İtalyan politikacı, kameraların önünde “Almanlar 2. Dünya savaşında yapamadıklarını, şimdi ekonomik aparatlarla yapıyorlar ve biz de buna sessiz kalıyoruz” demişti. Fransızca altyazı ile takip ettiğim konuşması, benim için bir kırılma noktası idi. O ana kadar homojen zannettiğim AB, aslında heterojen olabilirdi.
Fransa’da öğrenciyken (2010-2013), AB ülkelerinin, yeni üyeler de dahil olmak üzere, neredeyse aynı yaşam koşullarına sahip olduklarını zannederdim: Benzer asgari ücretler, benzer yaşam giderleri…
Polonya’da öğrenciyken (2014-2017) ve İtalya’da öğrenciylen (2018), Avrupa kıtasının coğrafi olarak bile bir anlam ifade etmediği ve üye ülkelerin neredeyse bir Güneydoğu Asya ve bir Kuzey Amerika ülkesi kadar ayrık oldukları fikrini benimsedim.
Bir önceki Avrupa Komisyonu başkanı Juncker, Macar Başbakan Orban için “Putin ve Erdoğan’ın izinden gidiyor” diye eleştirmişti bir söyleşisinde. Macar Başbakan Orban ve Kaczynski destekli Polonyalı hükümet, “demokrat” AB’nin siyah koyunları olarak görüldü. Ortak Avrupa anayası olarak bilinen Lisbon anlaşması Fransız halkı tarafından referandumda reddedilmişti ama Sarkozy, bunu parlamentodan geçirmişti. Hollande ve Başbakan’ı Valls, savaş zamanı gibi olağanüstü haller için öngörülen, Anayasa hükmünü kullanıp, tartışmalı bir tasarıyı, kanun olarak kıldı.
Bir süre konuşulup, sonra gündemden düşen konular yalnızca yeni üyeler için tekrar eder oldu. 2004’deki büyük genişleme olarak adlandıralan, neredeyse tamamı, eski Sovyet Bloğu ülkesi olan yeni AB üyesi ülkeler, demokratik işleyiş ile ilgili eleştilerin odağı oldular.
2015 yılında, Polonya’da iktidara gelen PiS (Hukuk ve Adalet Partisi), AB’nin Batılı ülkelerinin eleştirilerine karşı, organize eleştirileri ile gündeme geldiler. Partililer, yer yer AB bayraklarını kaldırdılar ve “Batılı AB üyeleriyle eşit ilişkiler istiyoruz” diye özetlenecek eleştiler yönelttiler. Eski Rus, yeni Alman boyunduruğu altına girmiş olduklarını düşünen bu Polonyalılar, seslerini duyurmak için çok fazla çaba sarfetmediler. Macar Başbakan Orban’ın açtığı yoldan ilerlerleyen Polonya, Doğu Avrupa ülkelerinin katıldıkları toplantılarda, 40 milyonluk nüfuslarıyla kendilerini “doğal bölgesel lider” olarak gördüler. Ukrayna meselesi konusunda “Nasıl Cezayir Fransasız konuşulamazsa, nasıl Libya İtalyasız konuşulamazsa, Ukrayna da Polonyasız konuşulamaz” diyen bir Polonyalı dışişleri bakanı görev yapmış oldu. Putin’in, doğalgaz akımı için, Bulgaristan hükümeti hakkında “AB üyesi olduğundan bu yana, burunları kalktı, müzakereye bile yanaşmıyorlar” demesi gibi Polonya da benzer bir tutum takınmış oldu. Tarihe referans veren Dışişleri Bakanın ülkesi Polonya, tarihte Litvanya yönetimi altındayken, Ruslar ise kendilerini, Kiev kökenli bir halk olarak görmeye başlamışlardı.
Avrupa Birliği, benim zamında zannettiğim gibi homojen bir yapı olmaktan uzak, en azından ekonomik manada.Tıpkı Fransız asgari ücretinin aylık 1200€, Rumen asgari ücretinin 300€, Polonya’daki asgari ücretin 400€ olması gibi. Ne var ki bu heterojenliğe dair kimi “uyum” hamleleri de mevcut. Bulgar ya da Polonyalı tır şöförlerinin, bir yolunun bulunup, Batı Avrupa’da kendi ülkelerindeki asgari ücretlerle taşımacılık şirketleri tarafından istihdam edilmeleri gibi “pratik uyum” reçetelerinin devrede olduğu sır değil.
Geçen yıllarda yapılan bir araştırma, Fransız gazetesi Le Monde’a “neden Polonya’lı gençler bu kadar sağcı” başlığı ile paylaşılmıştı. Batılı AB ülkelerde, gençler arasında sol eğilim ağırlıktayken, Polonya’lı gençler yüzde 75 gibi bir oranda, sağ görüşlerle kendilerini bağdaştırmışlardı. Le Monde’a göre bunun sebebi, ülkenin Sovyet geçmişiydi. Bazılarına göre ise, AB’nin bu uyusuz halinin sebebi, ekonomik bir pazar oluşturmak uğuruna, benzemez ülkeleri aynı birliğe katmak. 500 milyon gibi bir pazar, AB kurumlarıyla, regülasyonların, tek elden düzenlenmesi.
Salgın karşısında yalnız bırakıldığını düşünen İtalya’da AB karşıtı görüşler yükseldi. Dünyanın çivisi çıkmışken ve tüm üye ülkeler salgın ile meşgulken, İtalyanların tepkisi ses getirmedi. Normalleşmenin ilk adımlarına eşlik eden, AB temsilcilerinin, İtalyanlardan özür dilemesi oldu. AB yıkılmak üzere diye düşünenler, bu açıklamalarla, argümanlarını ertelemek zorunda hissettiler. Sanki yıllardır devam eden eleştirileri ve ortak para birimi özelinde yoğunlaşan eleştirileri, tekrar geçerli olacakmış gibi.
Avrupa Birliği projesine karşı çıkanlar, uzun zamandır arzuladıkları bu yıkılma anının gelmesi için bir süre daha beklemeye razı görünüyorlar. Schengen gibi kazanımlar, onlar için, AB kurumlarına ihtiyaç duyulmadan devam edebilecek, zamanın ruhuna uygun uygulamalar. Sert AB karşıtları ise, Schengen ve Euro için, bilindik tutumlarını sürdürüyorlar. AB projesine inanlar ise, belki de ilk kez psikolojik üstünlüklerini kaybettiler. Sorunların konuşulmaması, olmadıkları anlamına gelmiyor. Birçok dilde ortak olduğu gibi “it’s a question of time” yani bu bir zaman meselesi.