Yazar: Vildan Orancı

  • Dünyanın en Güney Ucu : Cape Town

    Dünyanın en Güney Ucu : Cape Town

    Cape Town’a gitmeden önce beni en çok endişelendiren konulardan biri, güvenlik falan değil, sıcaklık meselesiydi. Gideceğimiz yer güney yarım küre olunca haliyle yaz mevsiminin en civcivli zamanını yaşayan bir şehre gidiyorduk. Her ne kadar sıcak yerlere gitmeyi çok sevsem de aşırı sıcağa dayanamayan biri olarak, gitmeden önce bu sorunuma net bir yanıt alamadım maalesef. O yüzden benim gibi merak edenleri buradan aydınlatmak isterim ki hava limonata. Daha nasıl güzel anlatılır bilmiyorum, dünyada yaşadığım gördüğüm en harika ve ideal hava. Nemsiz bir kere, bana Los Angeles’ı hatırlattı ki Cape Town’u görmeden önce dünyadaki en ideal havanın orası olduğuna inanırdım. Her zaman hafif -okyanus kenarlarında biraz sert- rüzgarlı olduğundan hava çok sıcak da olsa hissettirmiyor. Cape Town’u orada kaldığımız sıra ile üçe bölerek anlatmayı deneyeceğim.

                 

    Cape Town

    Dağınık bir şehir Cape Town, İstanbul veya Berlin gibi. Görsel olarak okyanusu, büyük palmiye ağaçları, büyük caddeleri ve havası itibariyle ise Los Angeles. İçinde her şeyi olan şehirlerden, okyanusu, dağları, plajları, güzel kafe ve restoranları, hayatımda gördüğüm en muhteşem design dükkanları ve uber’i. Uber konusuna değinmeyi özellikle isterim çünkü orada hayatımızı kurtardı. Gerek hep söylenen güvenlik sorunu gerekse toplu taşımanın yeterince gelişmemiş olması uber’i oldukça önemli kılıyor şehirde. Üstelik fiyatlar taksi’ye göre yer yer yarı yarıya daha ucuz. Cape Town klasik bir Afrika şehrinden ziyade Avrupa ve Amerika şehirlerine benzediğinden çoğu şeyin de oradaki gibi yürüdüğü yanılgısına kapılmamak lazım. Sonuçta Afrika kıtasındasınız ve çok badireler atlatmış hala güvenlik problemini aşamamış bir ülkenin şehir burası. Hala bazı şeyler orta/uzak doğu mantığı ile ilerleyebiliyor. Örneğin taksimetre açtırmazsanız kazıklanıyorsunuz, ya da bir çok dükkanda hala pazarlık yapmanız gerekiyor vs. Ben tüm bunlara gittiğim Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinden alışık olduğumdan rahatsız etmedi, hatta oralara göre çok daha rahat hissettim. Güvenlikle ilgili ise hiçbir problem yaşamadık ama bindiğimiz Uber şöförlerinden biriyle muhabbet ederken, kendisinin doğma büyüme Cape Town’lu olmasına rağmen asla tren ve otobüs kullanmadığını söyledi. Biz de çoğu zaman turistik ve güvenli bölgelerde takıldığımızdan, Uber dışında bir taşıt kullanmadığımızdan, gece fazla dışarıda bulunmadığımızdan dolayı belki de bir güvenlik sorunu yaşamadık.

    Biz Cape Town’un City Bowl bölgesinde Kloof Lodge adlı çok sevimli ve konforlu bir yerde kaldık. En güzel cafe ve restoranlara, Long Street gibi şehrin en popüler caddelerine ve Bo-Kaap bölgesine yürüme mesafesindeydik. Şehrin bir çok bölgesini gördükten sonra olabilecek en güzel bölgelerden birinde kalmışız diyebilirim.

    Dört Dörtlük Bir Gezi

    …Sabahları Molten Toffee’deki o güzel kahvaltılarımızı ve chai latte’lerimizi hiç unutamıyorum. Ayrıca biz Muzi’ye civardaki o gözümüzü döndüren butik dükkanları ve bio marketleri deli gibi gezdikten sonra Hakan ve Erkan’la yemek için buluşmalarımızı, Kirstenbosch botanik bahçesinde hep beraber geçirdiğimiz çimlere yaymalı o güzel pazar gününü, Masa dağı’na çıkıp şarabımızı içerken büyülendiğimiz gün batımını ve Hakan’la fotoğraf çekilirken uçurumdan düşme korkusu yaşadığımız o güzel akşamüstüsünü de unutamıyorum ve Kloof Lodge’da kalırken, o ılık akşamlarda dondurma ve kahve için dışarı kaçışlarımızı da mesela… Bunlar şehre dair unutamadıklarım, elbette doğaya dair de unutamadığım çok an var. Cape point’e giderken gördüğümüz manzaralar, Cape Point’in uçsuz bucaksızlığı, Muzi’yle Simon’s Town’a giderken Chapman’s Peak’te durduğumuz o efsanevi güzellikteki yer, Okyanusun kenarında ılık ılık oturuken yanımıza gelen penguenler, Hout Bay’deki foklar… Yine Muzi’yle Simon’s Town’da okyanusun kıyısında içtiğimiz kokteyller, Muizenberg’de rüzgardan uçuşumuz, hep beraber Simon’s Town’da yediğimiz fish and chips, deniz ürünleri ve şaraptan oluşan öğlen yemeğimiz… Fıtı fıtı gezdiğimiz şarap bağlarında gördüğümüz manzaralar karşısında kendimizden geçişimiz… Clifton Beach’de bütün gün okyanus kıyısında güneşlenip akşam barda içtiğimiz kokteyller (bu kadar kokteyl içtiğimi fark etmemiştim :-)… Erkan’a bir türlü filtre kahve bulamamamız dışında bence her şey dört dörtlüktü.

    Simon’s Town

    Cape Town’a gelmeden önce mutlaka okyanus kıyısında bir kaç gün geçirmek istiyorduk Muzi’yle. Simon’s mı olsun Muizenberg mi derken Simon’s Town’da çok şirin bir guesthouse bulunca kararımızı verdik, hem de penguenlere çok yakın olacaktık günlerce ve penguenlerle güneşlenecektik. Hayallerimiz gerçek de oldu! Okyanusa da doyduk, penguenlere de. Simon’s Town ile Muizenberg arası çok uzak olmadığından, hem orayı hem arada kalan St. James ve Kalk Bay’e de uğradık. Muizenberg o küçük renkli klübelerin olduğu yer. Denize falan girmek mümkün değil. Bizim gittiğimiz gün, rüzgar kelimesinin tanımını değiştiren bir rüzgar vardı, o yüzden pek keyif alamadık. Hemen oradan ayrılıp Kalk Bay’e geçtik. İyi ki de geçmişiz, çok şirin onlarca dükkan ve cafe’nin olduğu tatlış bir yermiş. Vaktiniz yoksa St. James’i atlayıp sadece Kalk Bay’de takılın derim. Bu arada Cape Town’da bir çok yerde dükkanlar akşamüstü 5-6 civarı kapanıyor.

    Stellenbosch

    Bazen çok güzel bir yere gittiğimde orada yaşayanların bu güzelliği sıradanlaştırdığını mı yoksa farkında mı olduklarını hep merak ederim, ve genelde yerellere bunu sorarım. Stellenbosch’ta uber’imizle giderken şöför birden nereli olduğumuzu sordu. İki yanı ağaçlarla süslü tek katlı beyaz güzel evlerin olduğu ve bize kuş cıvıltılarının eşlik ettiği bir caddeden geçerken bir anda  ‘sizin yaşadığınız yer de bu kadar güzel mi’ diye ekleyiverdi. Gerçekten Stellenbosch’ta o anda aklımdan geçen şey tam da buydu: yaşamak için ne kadar güzel bir yer, acaba burada yaşayanlar bunun kıymetini biliyorlar mı? biliyorlarmış…

    Stellenbosch’ta onlarca ya da belki de yüzlerce şarap bağı ve şarap evi var. Buralarda ister konaklıyor ister sadece piknik yapmak ya da şarap içmek için günübirlik ziyaret edebiliyorsunuz.  Biz Delaire Graff Estate, Postcard Cafe, Lanzerac Wine Estate ve Warwick’i ziyaret edebildik. Delaire Graff açık ara en güzeliydi, Postcard Cafe’ye ise kahvaltı için gittik ve gerçekten kartpostal güzelliğinde bir yerdi. Lanzerac’ı asla tavsiye etmem. Bir daha Cape Town’a gitsem Stellenbosch’a 3 değil 5 gün ayırır gezebildiğim kadar ‘winery’ gezerdim.

    Son olarak, Cape Town aklımda hep çok ama çok keyifli bir grup arkadaşımın her şeyi olduğundan daha da keyifli hale getirdiği, içinde cafe’si, restoranı, butiği gibi şehre ait unsurlarına ek, okyanusu, dağları, botanik bahçeleri ve hayvanlarıyla doğaya da doymamızı sağlayan bir şehir olarak kalacak. Elbette yekpare bir kıta değil her yeri ama ben Afrika’nın şu ana gördüğüm her bir köşesini çok sevdim, her gittiğimde kırmızı toprağı, güzel kalpli insanları, meyveleri, yemekleri, kahvesi, hayvanları, olağanüstü zengin bitki örtüsü ve nemsiz kuru havasıyla bu kıtaya bir kez daha aşık oldum. Her yıl bir defa Afrika’ya gitmek hatta bir müddet yaşamak olsun dileğim bu yazıyı sonlandırırken.

    Daha fazla foto için: https://www.instagram.com/vildan_oranci/

  • İskoçya Terapisi

    İskoçya Terapisi

    İnsan bazen güzel bir duyguyu anlatmak istediğinde sözleri yetmeyebiliyor, böyle durumlarda bazen bir müzik parçası seçebilir, hatta yeteneği varsa yapabilir de… ya da bazen çektiği bir fotoğrafla anlatır, bazen de resimleyerek…. Bazı yerler insanda çok fazla duyguyu bir arada uyandırıyor, ve sözlerle anlatmak da gittikçe zorlaşıyor sanırım, en azından benim için öyle…işte bu yüzden İskoçya’yı anlatmak için mesela bir şair olsam  oldukça romantik, az hüzünlü bir şiir yazardım. Yağmurlu ve bol sisli….ya da yönetmen olsam, oldukça pastoral,  şöyle biraz da epik, pöti kareli ama kesinlikle doğa üstü bir film çekerdim. ve Highlands’te geçerdi mutlaka…sonra filmin ikincisini de çekerdim, o da şehirli, şık, fena halde gotik ama son derece gerçekçi olurdu ki o tezat tam da Edinburgh’yı yansıtsın. Bir illüstrasyon çizmek istesem, son derece minimal olurdu misal, az sayıda zarif çizgiyle çokça güzellik anlatırdım… Örneğin İskoçya bir rüya olsaydı ‘Isle of Skye’ olurdu. Sadece gerçek olamayacak kadar güzel olduğu için değil , elini uzattığında gözkyüzüne değebileceğini hatta içindeymiş gibi zannettirdiğinden çokça.

    Şimdi ayaklarımı yavaşça yere basıp dünya gözüyle İskoçya’da neler gördüğümü anlatmaya başlayayım, dilim döndüğünce;

    Edinburgh

    Biz gittiğimizde Edinburgh ne yazık ki bayağı sıcaktı, zaten 2018 yazı Avrupa’da bir çok yerde çok sıcak geçmiş. Ben tabii ki bu şehri yağmurlu ve sisli bir zamanda görmeyi hayal etmiş olsam da bu halinden de oldukça keyif aldım. Gördüğüm mimari ve tarihi dokusunu kaybetmemiş nadir büyük şehirlerden biri, bu haliyle küçük bir kasabaya benziyor aslında, özellikle !old town! bölgesinde gezerken gerçekten de Harry ve arkadaşlarının gezdiği sokaklarda gibi hissediyorsunuz kendinizi. Özellikle nefisli Harry Potter  dükkanlarının yoğun olduğu Victoria Street’ten oldukça etkilenmiş gibi duruyor J.K. Rowling betimlemelerini yaparken. Harry Potter deyince, ben çok büyük hayranı değilim, ancak beraberimde büyük bir hayran olunca elbette Rowling’in H. Potter’ı yazdığı Elephant Cafe’yi görmeden olmazdı. Hayranı olmak bir yana bence çok sevimli, üstelik manzarası da çok güzel bu cafe’nin.

    Avrupa şehirlerinin mezarlıkları hep güzeldir, ama Edinburgh mezarlığı ayrıca güzel… Her gün Leith bölgesinde kiraladığımız eve doğru yürürken oradan geçerek gitmeyi tercih ediyorduk, hem kestirme olduğundan hem de insan hayatta kaç kere mezarlıkların içinden geçerek eve dönme şasnı yakalar ki.

    Şehri tüm sokakları, parkları, Royal Botanical Garden dahil bahçeleri, tatlış vintage dükkanları, müzeleri, kalesi ve daha aklıma gelmeyen bir çok yanıyla görmeye ve gezmeye kalkarsanız minimum 4-5 gün sürer bence bu şehri. Planı ona göre yapmak lazım. Şehrin içinde, merkezine çok yakın ancak yürürken  karşınıza çıkmayabilecek olan Dean Village bence mutlaka görülmeli. Buraya yakın olduğunu tahmin ettiğim Stockbridge Village ve Circus Lane’e ben gidemedim ama pişmanım, çok güzel görünüyorlardı.

    Edinburgh maalesef fotoğraflayabileceğiniz bir şehir değil, ışık asla doğru açıdan gelmiyor, asla güzel bir fotoğraf çekemiyorsunuz. Aslında önceleri ben pek beceremedim diye düşünsem de, instagram’daki fotoları görünce daha iyi anlıyorum, bu şehirde foto çekmeseniz daha iyi.

    Şehirde çok fazla müze var, zevkinize göre bir ikisini seçmeniz lazım, biz Writer’s Museum’u seçmiştik ama ona da giremedik ya neyse… Bina muazzam güzel, insana başka bir yüzyıldaymış gibi hissettiriyor kendini, gerçi tüm şehir hatta tüm ülke bana öyle hissettirdi ya…

    Edinburgh Caddeleri
    Victoria Caddesi / Edinburgh

    Highlands ve Isle of Skye

    Edinburgh’dan kuzeye bu bölgelere günü birlik gidip gelmek yaptığımız araştırmalar sonucunda pek akıl karı gelmediği için 3 günlük bir tur aldık. Oldukça memnun kaldığımız bu turun detaylarına şu linkten ulaşabilirsiniz.: https://discoverscotlandtours.com/tours/isle-of-skye-the-highlands-loch-ness-3-day-tour-from-glasgow/

    Ben turda özellikle Jacobite (Harry Potter treni diye de biliniyor) tren yolculuğu ve James Bond filmlerinden birinde gördüğüm Eilean Donan Castle da olsun istemiştim. İyi de olmuş, her şey inanılmaz güzeldi.

    En son söyleyeceğim şeyi en başta söyleyeyim, Highlands ve Isle of Skye benim ömrümde gördüğüm en etkileyici yerlerden biriydi. Zaten doğanın her biçiminden çok etkilendiğim doğru, ancak bu bölgenin çok mistik, çok olağanüstü ve insanı dediğim gibi bambaşka yüzyıllara alıp götüren bir havası var. Yerleşim ve nüfus’un oldukça az olması da muhtemelen bu hissi güçlendiren etkenlerden biri. Highlands’e küçük minivan’ımız ile ilk girdiğimizde ben bir gece öncesinden çok yorgun olduğum için uyuyordum. Bir an gözlerimi açıp camdan gördüğüm manzara karşısında gözlerimden süzülen yaşlara engel olamadım. Hem Highlands bölgesi hem Isle of skye’ın (İskoçya’nın en güzel adalarından biri) güzelliği için daha fazlasını söylemek yerine belki pratik bilgiler verebilirim. Bu bölgeleri turla gezmek yaptığım araştırmaların en makul sonucuydu. Turla çok pahalı değil, sizin için kalacak yer, tren rezervasyonu gibi şeyleri de hallediyorlar. Örneğin Isle of Skye’da kalacak yer bulmak çok zor, internette öyle çok fazla bilgi de kalacak pansiyon da yok açıkçası. Sadece tur bir yerden sonra devamlı arabanın içinde gittiğin ve etrafı seyrettiğin bir duruma dönüşebiliyor, özellikle ikinci günden sonra. Benim için bu hiç sorun değil, çünkü ben seviyorum ve sıkılmıyorum araba yolculuklarından, ama bazılarına sıkıcı gelebileceğinden, bu durumu akılda tutmakta fayda var. Tur genelde doğal güzelliklerin olduğu yerlere götürüyor, bir kaç küçük şehir örneğin Isle of Skye’ın başkenti Portree gibi, ve bir kaç aktivite var, Eilean Donan Castle ve Jacobite treni gibi… Doğa zaten hemen hemen yerde çok güzeldi, İskoçların fyordları olan bir çok ‘Loch’ da görüyorsunuz. İmkanım olsa o loch’ların yakınlarında güzel bir otelde bir kaç gün kalmak isterdim çünkü gerçekten çok dinlendirici, etkileyici ve meditatifler.

    Isle of Skye
    Eilean Donan Castle
    Isle of Skye
    Isle of Skye
    Highlands
    Jacobite (Harry Potter) Buharlı Tren Yolculuğu
     Fairy Pools / Isle of Skye
     Portree Şehri, Isle of Skye
     Highlands
     Fairy Pools / Isle of Skye

    Culross

    Ben her zaman küçük köyleri gezmeyi çok sevdiğimden mutlaka gitmeden önce günlük gidip gezebileceğim yerleri araştırırım. Culross, Edinburgh’ya bir kaç saat uzaklıkta minik bir kasaba, ama ben burayı çok sevdiğim Outlander dizisinde gördüğüm için biliyordum. Edinburgh’tan gitmesi eğer arabanız yoksa biraz zahmetli, çünkü iki vesait değiştirerek gidiyorsunuz ve otobüslerin saatleri hele de haftasonu ise pek de sık değil. Mutlaka kontrol etmek lazım. Gidişimiz zahmetli olsa da hem gidiş yolunun güzelliği hem de kasabanın kendisi asla pişman etmedi bizi… yapacak pek bir şey yok burada, ama benim için sadece o taşlı, eski sokaklarda yürümek sonrasında da İngilizler’in meşhur afternoon tea saatine denk gelip çay ve kurabiye yiyebileceğim sevimli bir yerde arkadaşlarımla bir kaç saat oturmak yetti de arttı bile.

    Pratik Bilgiler:

    • THY’nin Edingburh seferi ile gidip oradan Aer Lingus charter uçağı ile Dublin’e geçtik. Dönüş haliyle Dublin’den oldu.
    • Edinburgh’da 3 gece airbnb’den bulduğumuz bir evde kaldık. Yaz dönemi tüm İngiltere’de bayağı yüksek sezon, hem fiyatlar çok artıyor hem de yer bulmak çok zor oluyor. Biz Leith bölgesinde çok tatlı bir evde kaldık, merkeze 15 dk kadar yürüme mesafesindeydi. Zaten Edinburgh’da tam merkezde kalmak neredeyse imkansız. İskoçya oldukça pahalı bir ülke, hele de yüksek sezonda. Örneğin biz evde kalmamaıza rağmen gecelik kişi başı 70 euro ödedik. Fiyatlar Temmuz 2018.
    • Edinburgh’dan Glasgow’a trenle geçtik, 1 gece de orada kaldık ve turu da oradan başlattık. Glasgow kötü değil ama gerçekten çok sıradan bir şehir olduğu için hiç anlatmaya zahmet bile etmedim. Belki de Edinburgh’nın büyüsünden sonra öyle gelmiştir bize, kimseye özellikle tavsiye etmem.
    • İngiltere vizesi için mutlaka 2-3 ay önceden ve kendi resmi sitelerinden başvurun. Çok fazla soru soruyorlar ama hepsi bu, 130 dolar yatırıp vizeyi almaya gidiyorsunuz sonrasında: https://www.gov.uk/apply-to-come-to-the-uk
    • Isle of Sky / Highlands için tur ayarladık zaten. o da 2 gece 3 gün sürdü. Gayet yeterli bir süre bu bölgeleri görmek için.
    • İskoçya’da bir çok şey gibi yemek de pahalı maalesef. Pahalı bir ülkeye gidiyorsunuz, zaten pound pahalı, o yüzden önceden psikolojik olarak kendinizi buna alıştırırsanız orada rahat edersiniz 🙂 … zaten artık bize her yer pahalı o da ayrı…

     

    Daha fazla fotoğraf için instagram hesabım : https://www.instagram.com/______bleu/

  • Vildan Orancı yazdı: “Fas Büyüsü”

    Vildan Orancı yazdı: “Fas Büyüsü”

    Fas’a ilk kez 2015 yılının Ekim Ayı’nda gitmiştim, Ebru ve henüz annesinin karnındaki Ali’yle önce Casablanca, oradan trenle Marakeş’e geçmiştik…ve tıpkı İtalyayı sevdiğim gibi sevdim Fas’ı, sonra ilk işim 2. gezimi planlamak oldu, bu sefer kuzeye Tangier’e gittik Gözde’yle. Burada Fas’a yaptığım 2 büyülü geziyi ve 3. Fas planımın ayrıntılarını paylaşacağım.

    Fas’ta beni en fazla çeken elbette çölleriydi, ancak 2 seferdir çöl falan göremedim. İkincisi Atlas dağlarıydı, onları da henüz pek görebildiğim söylenemez…. onun yerine muhteşem okyanusu, türlü ışık oyunlarının döndüğü dar sokakları, ilginç kültürü (bunu elbette çok açacağım), enfes estetiği, el değmemiş dokusu ile karşılaştım. Özellikle 2. gidişimde kafamdaki Fas’tan (halbuki o bile çok güzeldi) çok daha muhteşem bir ülkeyle tanıştım, ve henüz tanışmadığım yönlerini keşfetmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

    İlk gidişimizi THY’nin Kazablanka uçuşu ile yapmıştık, ancak bu şehirde hiç oyalanmadan trenle Marakeş’e geçtik…Kazablanka ne kadar modern ve büyük şehir havasındaysa Marakeş bir o kadar keşmekeş ama kendine has çekiciliği olan bir şehirdi…. uzunca bir uçak ve tren yoculuğunun ardından oldukça yorgunduk ve bir an önce otelimizi daha doğrusu Riad‘ımızı bulmak istiyorduk… Fas’ta eskiden geniş ailelerin yaşadığı büyük avlulu tipik Fas evlerini 8-10 odalı butik otellere çevirmişler ve Fas kültürüne uygun şekilde dizayn etmişler; işte bunlara Riad deniyor, ve en ucuzu bile (gecelik 25 euro civarında) çok güzeldi… işte güzeller güzeli Riad’ımıza bir an önce kavuşmak için keşmekeş Marakeş şehrinde ( fakat bu hiç de kolay olmayacaktı ki) yanımıza 2 küçük çocuk yaklaştı ve bizi adresimize götürmeyi teklif etti… böylelikle hafif tacizkar, ısrarcı ve yardımsever (ya da dirhem sever🙂 Fas kültürüyle ilk kez bizzat tanışmış olduk… ve tabii avlusunda 200 yıllık dallarından düşecek kadar meyve dolu ve benim suni zannettiğim bir portakal ağacı bulunan güzel Riad’ımıza da kavuşmuştuk…

    Fas’ta Pazarlık ve Marakeş’te Zaman Kavramı

    Fas’tayken ya da gitmeden önce burası ile ilgili bilinmesi gereken en önemli şey ülkede hiçbir şeyin fiyatı olmadığı! …tüm fiyatlar orada o anda belirleniyor, ve tamamen kültürel bir şey. İlk günlerde bu durum bizi biraz ürkütse ve sıksa da sonrasında sevmeye bile başladığımızı itiraf etmeliyim. İlk büyük alışverişimizi ilk gün yapmasaydık aslında her şey yolunda gidecekti, 170 euro olan el yapımı deri çantayı 100 euro’ya indirince biz müthiş bir pazarlık yaptığımız sanmıştık, halbuki pazarlığın ne olduğunu henüz bilmiyorduk, öğrendiğimizde ise maalesef bazı şeyler için artık çok geçti, önümüzdeki maçlara bakacaktık…

    Fas derken özellikle Marakeş’ten bahsettiğimi eklemeliyim, çünkü burası daha ziyade Afrika kıtasının en kalabalık Jemaa el-Fnaa meydanına sahip ve görüp görebileceğiniz en büyük pazar yeri, tüm şehir adeta açık bir pazar yeri, Arapça tabiriyle ‘souk’. İşte bu pazarlarda gerçekten dünyanın en güzel el yapımı deri çantaları, kaktüs ipeğinden yapılma Berber kilimleri, yün kilimler, baharatlar, boyalar, antikalar, daha neler neler var. Normal bir insan evladı burada günlerini geçirebilir ve yine de doyamayabilir… Neyse, dediğim gibi Fas’ta herhangi bir şeyin fiyatı yok, öyle dükkana gidip bu ne kadar diye soramıyorsunuz. Önce sizi içeri buyu ediyorlar, çünkü alışverişin bir seramonisi var, adamlar bunun kitabını yazmış (gerçekten adamlar, yoksa cinsiyetçi bir ifade kullanmak istemem, hiç kadın satıcı görmedim)… içeri gidridkten sonra nefis ballı nane çayınız geliyor, ki kendileri buna ‘viski Berber’ diyorlar, yani Berber viskisi. Berber’ler Fasta Araplarla beraber yaşayan bir ırk, Arap ve Berber’lerin oranı yarı yarıyaymış, aralarında bir husumet yokmuş, bir de Tuareg’ler varmış ama onlar çok daha azınlıktaymışlar….evet nerede kalmıştık, viski Berber’imizi içiyorduk, ve pazarlık başlıyor… ilk önce sohbet etmek istiyorlar, ama laf olsun diye değil, gerçekten iletişim kurmak için, böyle alışmışlar, diğer türlüsü garip geliyor.. bize bu nasıl garip geliyorsa onlara da bir malı alıp, parasını ödeyip dükkandan çıkmak garip geliyor…sohbet faslının arasına sıkıştırarak istediğiniz ürünleri seçiyor ve bir fiyat belirliyorsunuz, karşı taraf da kendi fiyatını belirliyor ve temelde orta noktada anlaşıyorsunuz, bu tamamen psikolojik bir oyun, aslında bir kazananı yok, çünkü bu seremonini sonunda mutlaka ‘are you happy’ yani mutlu musun diye soruyorlar. Aslında bana kalırsa müslüman bir toplum olduklarından hakkını helal etmeni ve oradan bu şekilde ayrılmanı istiyorlar… bu pazarlık işinin sadece turistlerle yapıldığını zannediyorduk önceleri, sonradan pazarlığın Fas halkının gündelik yaşamının bir parçası olduğunu ve domatesi bile bu şekilde aldıklarını duyunca çok şaşıracaktık… bir müddet için eğlenceli ama sürekli olursa bana çok yorucu bir hayat gibi geldiyse de, kültürlerinin parçası bu deyip geçtik…

    Marakeş’te hayat elbette sadece alışverişten ibaret değildi ve görülecek çok yerler vardı; ancak biz zaman darlığı ve biraz da plansızlıktan dolayı çok görmek istediğim deniz kıyısında bir şehir olan Essaouira‘ya gidemedik, bari onun yerine Atlas dağlarına gidelim dedik. Fas’ta şöförlü araba kiralamak çok pahalı değil, tabii pazarlık gücünüze de bağlı… bir de önceden çok ayrıntılı konuşmak lazım çünkü Fas’lıların kendi canlarının istediği şeyi dayatmak ve yaptırana kadar ısrar etmek gibi huyları var, kararlı olun, göz teması kurmayın🙂 …güzel Atlas dağları yerine saçma bir şelale’de bulduk kendimizi, pek memnun kalmadık ama yolda durduğumuz yerlerden uygun fiyatlara kilimler, argan yağları falan aldık, fena olmadı… bir de dönüşte Majorelle Garden’a uğradık, muhteşemdi… hem kaktüsler, hem renkler, yeşillikler ve dizayn bir arada… Majorelle bahçesini anlatamam, fotoğraflarına bakmak lazım… Yves Saint Laurent boşuna burada yaşamamış burada…Majorelle ne derseniz, petrol mavisi rengine Majorelle mavisi deniyor.

    Avlusunda portakal ağacı olan Riadımızda kahvaltımızı etmek ve kuş sesleri arasında dinlenmek dışında Marakeş’te çok güzel restoranlar da keşfettik. İsmi biraz yanıltıcı olsa da Pepe Nero oldukça şık, içinde canlı müzik ve havuz olan bir restoran, hatta bizi kokteyllerle karşıladıklarında , artık geri de çıkamayacağımız için, çok pahalı olacağını zannetmiştik… fakat o güzelim yemeklere ve tatlılara komik rakamlar ödediğimizi hatırlıyorum.

     

    Casablanca

    İsmi ve reputasyonu ne kadar güçlü olsa da kocaman dalgarıyla Hasan II Camii dışında pek bir tarafını sevdiğimi söyleyemem bu şehrin…bir daha gidersem Türkiye’den Fas’a tek uçuş olduğundan giderim, içinde de fazla vakit kaybetmeden ülkenin içlerine dağılırım…

     

    Tangier

    Beni en büyüleyen, en sevdiğim şehirlerden biri oldu burası, belki de hayatımda kaldığım en güzel yer Dar Nour olduğu içindir… belki de İspanya ve Cebelitarık manzaralı  terasında otururken o taze berry’lerden, sıcacık bazlamalardan, taze sıkılmış meyve sularından, nefis kahvesinden oluşan muhteşem kahvaltısını İspanya ve cebelitarık manzarasına karşı ettiğimiz  içindir her sabah… belki de sur içinde Kasbah denilen eski şehrin sokaklarında kaybolurken bir anda karşımıza çıkan  Tim ve Tilda‘nın oturduğu köşeyi gördüğümüz andaki büyülenişimiz yüzündendir… ya da her gittiğimiz restoranın dekorasyonuna, yemeklerine, dizaynına ve Cebelitarığa bakan manzarasına ayrı ayrı hayran oluşumuz yüzündendir…geceleri Tim ve Tilda gibi dolaştığımız o eski Kasbah sokakların altın sarısı ışığının yansımalarında şehre her gece yeniden aşık olduğumuzdandır…ve ya Gözde’nin her yeri kitap dolu otelimizin oturma odasında bir anda Patti Smith’in kitabı kucağında bulduğundadır…belki de içindeki her objeyi, kitabı, aynayı ayrı ayrı okşayıp sevdiğimiz otelimizde vakit geçirmeye doyamadığımızdandır…

     

    Assilah:

    Tangier’e yaklaşık 1.5 saat uzaklığındaki bu minik şehre iyi ki gitmişiz…Ramazan olduğundan dolayı ve biz Haziran’da gitmiş olsak da tam sezon açılmadığından dükkanlar kapalıydı, ama deniz kıyısındaki bu beyaz şehirde Gözde’nin tabiriyle ‘spririt up’ olduk :-)…Assilah’ta her yaz bir festival düzenleniyor ve şehrin duvarları dünyaca ünlü sanatçılar tarafından çeşitli temalarda boyanıyor… biz duvar resimlerine bayıdık ve neredeyse hepsinin fotoğrafını çektik, hatta her yıl yenilerini görmek için oraya gitmeyi diledik…

     

    Chefchaouen:

    Gelgelelim Fas’a tekrar gitme sebebim olan mavi şehir Chefchaouen’e ( okunuşu şefşoen)
    Tangier’dan yaklaşık 3-3.5 saat süren zorlu bir otobüs yolculuğu sonrası vardığımız Chefchaouen’de yine tipik bir Fas seremonisiyle karşılaşıyoruz, gideceğimiz yere bizi bırakmak isteyen gençler… çok yorgun olduğumuzdan çocuklarla uğraşmaya halimiz yok  Gözde’yle ve ‘parası neyse verelim’ diyerekten peşlerine takılıyoruz otelimizin yolunda. Gençlerden biri bayağı konuşkan çıkıyor, bize Chefchaouen’in tarihini, özellikle Avrupa’ya yapılan uyuşturucu ticaretinin çoğunun bu bölgeden olduğunu falan anlatıyor…bir müddet sonra şehri o mavi güzelliği içinde kendimizi kaybedip onu dinlemez oluyoruz zaten, her yer büyülü mavi…

    Yine çok sevimli bir Riad’da kalıyoruz, zaten artık Fas’ta riadlar bizi hayal kırıklığına uğratmıyor…Chefchouen de öyle… ve ondan fazla bahsetmeyeceğim, sadece yemek konusunda pek mutlu olmadık, beklentide olmamak gerekiyor, onun dışında olağanüstü güzel bir küçük şehir…

     

    Son Fas yolculuğumuz ramazan’a denk geldi malum, iyi ki de geldi aslında… ramazanda da orada bulunmanın tecrübesini yaşadık böylelikle. Çok tipik olarak büyük şehirlerde daha fazla açık restoran var küçük yerlere göre, bir de tüm Fas turistik olduğundan kimsenin yiyip içmesi rahatsızlık sebebi değil…insanlarla ramazan hakkında konuşma fırsatımız oldu, iftarda sadece meyve suyu, süt ve biraz hurma ile karınlarını doyurduklarını öğrendik ve çok şaşırdık… öyle gösterişli kuş sütü eksik olmayan pideli falan yemekler yemiyorlar asla, bunun nedenini de sadece 1 gün aç kalmakla açın hali anlaşılmaz, 1 ay boyunca aç kalmak gerekiyor diyerek açıkladılar… çok hoşumuza gitti…ve bir gün kaldığımız riad’da bir şeyler yiyorduk resepsiyonun hemen önündeki masaların birinde. Görevliden kahve rica ettik, henüz kahvemizi yapıp getirmişti ki, akşam ezanı okundu ve görevli mutfakta hazırlığa başladı, biz herhalde kendine iftarlık bir şeyler hazılıyor olacak ki derken hazıladığı yiyecekleri bize getirdi; bizde adettir, ramazanda önce misafirin karnı doyurulur diyerekten. Gözde’yle birbirimize bakıp, gerçek islam bu diyerekten iç gerirmiştik, ve yine çok mutluyduk…

    Bir sonraki Fas yolculuğumuzda Tangier’ı tekrar görmek istiyorum, çöle gitmek ve orada bir gece kalmak istiyorum, Assilah festivaline denk gelip duvarların boyanışına şahit olmak istiyorum…Atlas okyanusunun daha fazla tadını çıkarmak, güzel Fas yemeklerini ve kahvaltılarını tekrar yemek ve biraz da alışveriş yapmak istiyorum… yine Fas’ta yine mutlu olmak için.

     

    Son bir şey; ömrünün büyük kısmını Tangier’da yaşamış Paul Bowles’tan, duygularıma tercüman olmuş:

    “Whereas the tourist generally hurries back home at the end of a few weeks or months, the traveler belonging no more to one place than to the next, moves slowly over periods of years, from one part of the earth to another. Indeed, he would have found it difficult to tell, among the many places he had lived, precisely where it was he had felt most at home.”
    Paul Bowles, The Sheltering Sky

     

    Daha fazla fotoğraf için instagram hesabım : https://www.instagram.com/______bleu/

     

  • Norveç: Bir Kış Masalı

    Norveç: Bir Kış Masalı

    Benim için yalnızca İzlanda’ya geciş ülkesi olarak kullanılıp (çok fenayım evet) bir kenara atılacak değerde olan Norveç beni çok mahcup ederek gönlümü fena fethetti…. Sanırım yavaştan içimdeki kuzeyli kızı keşfettiğim bir yolculuk oldu Norveç, halbuki ben kendimi tam bir Akdenizli sanıyordum… aslında pahalı ve soğuk (bu kısma daha sonra geleceğim) olduğundan hep uzak durduğum bu Norveç, güzel ama çok güzel bir ülkeymiş. Gönlümde İtalya’ya pek yaklaşabilen bir yer henüz olmamışken, zıtlıkların insanı olarak ancak ben, bu kadar organize, düzgün ve soğuk bir ülkeyi İtalya’nın hemen ardına koyabilirdim herhalde… ayrıca insanları da duyduklarımın aksine çok canayakın ve yardımseverlermiş.

    Bergen:

    Kış olduğundan ne yazık ki ‘old town’ denilen yer bir kaç dükkan dışında neredeyse kapalıydı, hadi kış bari kar-kış olsun değil mi, maalesef Bergen’in ılıman ikliminde kardan da pek nasiplenemedik. Tepelerin hemen yamacında, deniz kıyısında kasaba’dan hallice şirin bir şehir Bergen. Tabii kasaba derken, sadece fiziksel görünümünün tatlığı anlamında, öyle gökdelenler, metro sistemleri falan yok, şirin evler, görece dar sokaklar, dağlar, göller, fyordlar, daha neler neler…

    Evet, Bergen fyordların tam da ortasında imiş, fyordları görmek için en uygun yerde konumlansak da, gerek pahalılık, gerekse yeterince organize olamadığımzdan arzu ettiğimiz miktarda fyord görebildiğimizi söyleyemem; tabii bu durum beni başka fyordları, kuzey ışıklarını ve Norveç’in kuzeyindeki Trondheim, Alesund, (çooooook kuzeyde) Tromso gibi sevimli küçük şehirleri (tercihen buzlar ve karlar altında) görmek için hemen yeni bir plan yapmaya itti… en çok da Trolllunga’ya gidip ben de o kayalıklara oturup kitap okumak istiyorum mesela…

    Bergen’den teleferik’le ya da yürüyerek muhteşem güzellikteki Floyen tepesine çıkabiliyor olsak da içimdeki doğa sevgisini yeterince tatmin edecek kadar kalamadık orada… Halbuki bir kaç kilometre ötedeki Ulriken dağları bizi çağırmıştı, ama kalbimiz, dağlarda bırakıp ‘next time’ diyerekten şehre geri dönmek durumunda kaldık.

    Norveç ile ilgili -en azından benim için- iki büyük klişe de aydınlanmıştı kafamda, ilki pahalılığı, ki kesinlikle doğru, son derece pahalı, nokta! İkincisi soğuk bir ülke olması; ve bununla ilgili çok laflar hazırladım. Öncelikle gittiğim ülkeleri düşündüğümde en fazla üşüdüğüm üç ülke Küba, Portekiz ve Tanzanya idi; çünkü bunlar sıcak ülkeler, bahar nedir, kış nedir, kalorifer, battaniye, vs nedir bilmiyorlar… halbuki soğuk ülkelerde öyle güzel çözümler üretmişler ki (bazen abartılı, örneğin; Malezya, Singapur gibi aşırı nemli ve sıcak ülkelere gidip klima’dan donmak gibi…) pek de üşümüyorsunuz. Ne içeride, ne dışarıda… gittiğimiz hafta sıcaklıkların eksi derecelerde olmamasının da etkisi olsa da bazen sokakların yerden ısıtmalı falan olabileceğini dahi düşünmüştüm. Yani dağlar değil ama şehirlerde öyle donmak pek olası değil gibi geldi bana…tabii ben sadece Oslo ve Bergen’i gördüm, daha kuzeyi bilemem.

    Neyse, hiç istemeden ayrıldığım az sayıda şehirden biri olan tatlı Bergen’e çok güzel bir yolculuk ile veda ettik….

    DSC_4292 DSC_4411 DSC_4273 DSC_4322 DSC_4432DSC_4399

    Bergen’den Oslo’ya:

    Bergen’den Oslo’ya gitmenin en güzel yolu (biraz pahalı ama) 2 saatlik güzel bir gemi yolculuğu, 1 saatlik muhteşem bir tren ve yine yaklaşık 1 saatlik muazzam bir otobüs yolculuğu içeren Norway in a Nutshell gezisini satın almak. Aslında yaklaşık 7 saat süren bir yolculukla da gidilebilir ancak yolcuğun Oslo’ya doğru 3-4 saati zaten karanlığa denk geldiği için ben tavsiye etmezdim. Norveç zaten pahalı, fjord gezileri ise son derece pahalı, ama Norveç’e gidip de fjord görmeden de dönmek olmaz gerçekten. kelimelerle pek anlatamayacağım kadar güzel gerçekten, sanırım yazımın bu kısmı yalnızca fotoğraflardan oluşmalı…

    DSC_4444 DSC_4513 DSC_4479 DSC_4475 DSC_4489 DSC_4670 DSC_4674 DSC_4545

    Oslo:

    Begen kadar sevimli olmasa da, Oslo da da tipik bir başkent olarak size oldukça güzel olanaklar ve lezzetler sunmuyor değil. Özellikle son gün keşfettiğim Grünerløkka küçük ve çok sevimli tam bir gün geçirebileceğiniz, şirin kafe’ler, butikler, şarküteriler, vintage dükkanların bulunduğu bir semt. Sanırım Oslo’ya tekrar gitsem sadece burada vakit geçirir, Opera House’a tekrar mutlaka giderdim ve unutmadan (çok utanarak) gitme fırsatı bulamadığım Vigeland Park‘ı da es geçmezdim elbette...

    Oslo’da bol bol yedim, içtim evet! Fahri Gediz sayesinde keşfettiğim La Chambre aux Confitures bence dünyanın en güzel reçel dükkanı ki ben pek reçel düşkünü olmamama rağmen bayıldım. Sadece Fransa ce Oslo’da dükkanları var anlayabildiğim kadarıyla, yüzlerce çeşit reçelin tümünü tadabiliyorsunuz . Biralı ve şampanyalı gibi oldukça fantazi ürünleri de var ama benim favorim mangolu ve beyaz çikolatalı oldu. Diğer bir lezzet durağım Baker Hansen, safkan Norveçli ve Oslo’da iki adımda bir karşınıza çıkan, kısa molalar vermek için çok uygun bir yer ve burada müslibolle’ enen harikulade ekmeği yemeden ayrılmayın Oslo’dan. Tim Weldelboe (sadece gurme kahve var, oturacak yer yok), yine bir zincir ve Royal Malabar kahvesine bayıldığım Kaffebrenneriet tavsiye edeceğim diğer kafeler. Son olarak ömrümde içtiğim fugleglogg adlı en güzel sıcak kokteyli yapan, gündüz cafe gece bar olan süpersonik vintage dekorasyonlu Fuglen var.

    Daha fazla bombastik fotoya buradan ulaşabilirsiniz: https://www.instagram.com/______bleu/