Benim için yalnızca İzlanda’ya geciş ülkesi olarak kullanılıp (çok fenayım evet) bir kenara atılacak değerde olan Norveç beni çok mahcup ederek gönlümü fena fethetti…. Sanırım yavaştan içimdeki kuzeyli kızı keşfettiğim bir yolculuk oldu Norveç, halbuki ben kendimi tam bir Akdenizli sanıyordum… aslında pahalı ve soğuk (bu kısma daha sonra geleceğim) olduğundan hep uzak durduğum bu Norveç, güzel ama çok güzel bir ülkeymiş. Gönlümde İtalya’ya pek yaklaşabilen bir yer henüz olmamışken, zıtlıkların insanı olarak ancak ben, bu kadar organize, düzgün ve soğuk bir ülkeyi İtalya’nın hemen ardına koyabilirdim herhalde… ayrıca insanları da duyduklarımın aksine çok canayakın ve yardımseverlermiş.
Bergen:
Kış olduğundan ne yazık ki ‘old town’ denilen yer bir kaç dükkan dışında neredeyse kapalıydı, hadi kış bari kar-kış olsun değil mi, maalesef Bergen’in ılıman ikliminde kardan da pek nasiplenemedik. Tepelerin hemen yamacında, deniz kıyısında kasaba’dan hallice şirin bir şehir Bergen. Tabii kasaba derken, sadece fiziksel görünümünün tatlığı anlamında, öyle gökdelenler, metro sistemleri falan yok, şirin evler, görece dar sokaklar, dağlar, göller, fyordlar, daha neler neler…
Evet, Bergen fyordların tam da ortasında imiş, fyordları görmek için en uygun yerde konumlansak da, gerek pahalılık, gerekse yeterince organize olamadığımzdan arzu ettiğimiz miktarda fyord görebildiğimizi söyleyemem; tabii bu durum beni başka fyordları, kuzey ışıklarını ve Norveç’in kuzeyindeki Trondheim, Alesund, (çooooook kuzeyde) Tromso gibi sevimli küçük şehirleri (tercihen buzlar ve karlar altında) görmek için hemen yeni bir plan yapmaya itti… en çok da Trolllunga’ya gidip ben de o kayalıklara oturup kitap okumak istiyorum mesela…
Bergen’den teleferik’le ya da yürüyerek muhteşem güzellikteki Floyen tepesine çıkabiliyor olsak da içimdeki doğa sevgisini yeterince tatmin edecek kadar kalamadık orada… Halbuki bir kaç kilometre ötedeki Ulriken dağları bizi çağırmıştı, ama kalbimiz, dağlarda bırakıp ‘next time’ diyerekten şehre geri dönmek durumunda kaldık.
Norveç ile ilgili -en azından benim için- iki büyük klişe de aydınlanmıştı kafamda, ilki pahalılığı, ki kesinlikle doğru, son derece pahalı, nokta! İkincisi soğuk bir ülke olması; ve bununla ilgili çok laflar hazırladım. Öncelikle gittiğim ülkeleri düşündüğümde en fazla üşüdüğüm üç ülke Küba, Portekiz ve Tanzanya idi; çünkü bunlar sıcak ülkeler, bahar nedir, kış nedir, kalorifer, battaniye, vs nedir bilmiyorlar… halbuki soğuk ülkelerde öyle güzel çözümler üretmişler ki (bazen abartılı, örneğin; Malezya, Singapur gibi aşırı nemli ve sıcak ülkelere gidip klima’dan donmak gibi…) pek de üşümüyorsunuz. Ne içeride, ne dışarıda… gittiğimiz hafta sıcaklıkların eksi derecelerde olmamasının da etkisi olsa da bazen sokakların yerden ısıtmalı falan olabileceğini dahi düşünmüştüm. Yani dağlar değil ama şehirlerde öyle donmak pek olası değil gibi geldi bana…tabii ben sadece Oslo ve Bergen’i gördüm, daha kuzeyi bilemem.
Neyse, hiç istemeden ayrıldığım az sayıda şehirden biri olan tatlı Bergen’e çok güzel bir yolculuk ile veda ettik….
Bergen’den Oslo’ya:
Bergen’den Oslo’ya gitmenin en güzel yolu (biraz pahalı ama) 2 saatlik güzel bir gemi yolculuğu, 1 saatlik muhteşem bir tren ve yine yaklaşık 1 saatlik muazzam bir otobüs yolculuğu içeren Norway in a Nutshell gezisini satın almak. Aslında yaklaşık 7 saat süren bir yolculukla da gidilebilir ancak yolcuğun Oslo’ya doğru 3-4 saati zaten karanlığa denk geldiği için ben tavsiye etmezdim. Norveç zaten pahalı, fjord gezileri ise son derece pahalı, ama Norveç’e gidip de fjord görmeden de dönmek olmaz gerçekten. kelimelerle pek anlatamayacağım kadar güzel gerçekten, sanırım yazımın bu kısmı yalnızca fotoğraflardan oluşmalı…
Oslo:
Begen kadar sevimli olmasa da, Oslo da da tipik bir başkent olarak size oldukça güzel olanaklar ve lezzetler sunmuyor değil. Özellikle son gün keşfettiğim Grünerløkka küçük ve çok sevimli tam bir gün geçirebileceğiniz, şirin kafe’ler, butikler, şarküteriler, vintage dükkanların bulunduğu bir semt. Sanırım Oslo’ya tekrar gitsem sadece burada vakit geçirir, Opera House’a tekrar mutlaka giderdim ve unutmadan (çok utanarak) gitme fırsatı bulamadığım Vigeland Park‘ı da es geçmezdim elbette...
Oslo’da bol bol yedim, içtim evet! Fahri Gediz sayesinde keşfettiğim La Chambre aux Confitures bence dünyanın en güzel reçel dükkanı ki ben pek reçel düşkünü olmamama rağmen bayıldım. Sadece Fransa ce Oslo’da dükkanları var anlayabildiğim kadarıyla, yüzlerce çeşit reçelin tümünü tadabiliyorsunuz . Biralı ve şampanyalı gibi oldukça fantazi ürünleri de var ama benim favorim mangolu ve beyaz çikolatalı oldu. Diğer bir lezzet durağım Baker Hansen, safkan Norveçli ve Oslo’da iki adımda bir karşınıza çıkan, kısa molalar vermek için çok uygun bir yer ve burada müslibolle’ enen harikulade ekmeği yemeden ayrılmayın Oslo’dan. Tim Weldelboe (sadece gurme kahve var, oturacak yer yok), yine bir zincir ve Royal Malabar kahvesine bayıldığım Kaffebrenneriet tavsiye edeceğim diğer kafeler. Son olarak ömrümde içtiğim fugleglogg adlı en güzel sıcak kokteyli yapan, gündüz cafe gece bar olan süpersonik vintage dekorasyonlu Fuglen var.
Daha fazla bombastik fotoya buradan ulaşabilirsiniz: https://www.instagram.com/______bleu/
Yorum ekle